İş yükünün ağırlığı, mesai saatinin asla belirli olmaması, herkesin bir şekilde işini bana şutlaması artık dayanılmaz hale gelmişti. Kendi işlerimin yanında başkalarının işlerinin devamlılığını takip etmekten, izah etmekten, bana ait olmayan işlerin hesabını veriyor olmaktan, birilerinin peşinden koşmaktan çok yorulmuştum.
Çok büyük ve fazla elemanla çalışan bir şirkette çalışıyordum. Sosyal organizasyonları da yoğundu. İş ve sosyal ilişkilerimin iç içe girdiği ortamlar oluşuyordu. Böyle bir ortamda ve işte çalışabilmek için kendini ispat etmen gerekiyordu. Bir yerlere çağırılmak, konuşulmaya ve fikri alınmaya değer biri olmak, yalnız kalmamak istiyordum. Zaten kim aksini ister ki. Ama bu ortam daha çok bir tür yarış gibiydi. Kendini kabul ettirmek için devamlı insanların gündemini takip etmek, konuşulacak konu bulmak, sessiz ve sıkıcı biri olmamaya çalışmak beni çok yoruyordu.
İşin garibi insanlarla iken çok şen şakrak ama tek başıma ve ailemle iken çok yorgun, enerjisiz ve kimseyle konuşmak istemeyen bir ruh halinde oluyordum. Sanki bir tiyatro sahnesindeydim. Sosyal ortamlarda, toplantılarda, cafelerde, whatsapp grup yazışmalarında istemesem de o ortamda olmak zorunda hissediyorum. Katılmadığım konularda fikrimi açıkça söyleyemiyor, onaylamadığım kararların bir parçası oluyordum. Bazen bir konuda karar verilmesi gerektiğinde o kadar bunalıyordum ki birisi itiraz etsin diye dua ediyordum içimden. İstemediğim ve içimden gelmediği halde bir tarafımın buna zorlanması ile bir süre sonra kendimden nefret etmeye başladım. Boynuna tasma takılmış bir köpek gibiydim sanki.
Eğer işten ayrılırsam ‘evde oturuyor’ lafını duymaya, ailemin ve çevrenin bakışına dayanamazdım. Bu yüzden benim için işten ayrılmak mümkün değildi. İçimden devamlı iyi bir iş yerinde olduğumu, iyi iş çıkardığımı söylesem de kötü hissettiren düşünce ve duygulardan kurtulamıyordum. Yaşamıyor olmayı dilediğim çok zaman oldu. Hayat çok ağır yükü olan bir yerdi. Devamlı bir performans göstermek beni içten içe tüketmişti. Artık daha fazla bu eforu gösterecek halim kalmamıştı. Son zamanlarda hayatıma son vermek düşüncesi öğlen yemeğinde ne var demek kadar sık ve sıradan bir hale gelmişti. Beni o yöne itecek son bir hamle bekliyordum. Yapacak cesaretim yoktu ama devam edecek gücüm de..
İşe yeni bir eleman alındı. Çok vasıfsız görünen bu çocuk hangi cesaretle bu şirkete başvurabilmişti hayret etmiştim. Ne kadar tutunabilecek acaba diye düşünüyordum. Kimseye yaranmadan, alttan almadan, ikna etmeye çabalamadan çalışmaya devam ediyordu. Burada kalması için sarf etmesi gerektiğini düşündüğüm eforun yarısını bile göstermiyor, sosyal ortamlarda genelde tek başına takılmayı tercih edebiliyordu. Bu özgüveni nerden buluyordu anlayamıyordum. Benim kendimi iyi hissetmem, bu iş yerinde kalmam ve iyi bir pozisyon elde etmem için büyük çaba harcamam gerekirken onun bu kadar rahat ve umarsız durması beni sinir ediyordu. Hatta itiraf edeyim, içten içe de onun gibi olmak istiyordum.
Bir gün tüm cesaretimi toplayarak onu kahve içmeye davet ettim. Artık arada kahve içmeye ve sohbet etmeye başlamıştık. Onunla konuşmak bana arzu ettiğim rahatlığı, desteği sağlıyordu sanki. Kendinden bahsederken bir ara bana “eski hayatım” diye bir cümle kullandı, ben de ona yeni hayatın nasıl oluştu diye sorunca, terapistinden bahsetmeye başladı. Seanslarından ve kişisel yolculuğundan bahsederken yüzündeki huzura hayran kalmıştım. Bu deneyime benim de ihtiyacım var diye düşündüm içimden. O gün eve döner dönmez bir terapistten randevu aldım. Başlarda terapiye devam etmek zor gelse de zaman geçtikçe ve kendime ilişkin yargılarımın değişmeye başlamasıyla, omuzlarımdaki yükün azaldığını hissediyordum. Bu bana çok iyi gelmişti. Kötü hisleri eskisi kadar yoğun hissetmiyorum. Hatta bir zamanlar intihar etmeyi düşünmüş olduğum aklıma geldiğinde ne kadar değiştiğimi ve yol kat ettiğimi fark ettim. Değişimim ve şu anki kendim ile gurur duyuyorum.