Sen de güneşin ilk ışıklarıyla güne başladın mı?
Sonra sağlıklı bir kahvaltı... Ya spor?
Ama kesin renkli bir kişiliksindir ve herkesin özenerek baktığı bir hayatın vardır.
Peki ya müthiş ve sorunsuz, bir o kadar da eğlenceli, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen bir arkadaş grubun da mı yok?
Yoksa işine âşık, başarının zirvesinde; öğrenciysen okul, bölüm birincisi biri de mi değilsin?
Her yıl en az birkaç kez yaptığın özgürce ve çılgınca yurtdışı gezilerin vardır ama kesin...
Reklam çekimlerinden fırlamış bebeklerinle müstakil evinin bahçesinde yaptığın verimli etkinlik saatleriniz ne âlemde? Ama seni hediyelere boğan en mükemmel eş sende değil mi? Bunlar sende yoksa o zaman mutlu da değilsin demektir (!).
Mükemmel gösterilir, mükemmel olman istenir, olamayan mutsuzdur… Aslında ne mükemmel olmak mümkün ne de sürekli mutlu olmak. Hakikaten kim inandırdı bizi her zaman mutlu olmamız gerektiğine? “Gözyaşımız bile mutluluktan olsun” ütopyasına...
Sosyal medyanın hayatımızın bir parçası olmasıyla birlikte ‘insanlarla kendini kıyas etme eylemi’ de beraberinde geldi. Sonuç: yoğun bir yetersizlik hissi...
İnsan başkalarının hayatlarını merkeze aldıkça elinde olmayanlara odaklanmaya başlar ve bu yoksunluğun verdiği eksiklikle mutsuzluk derekesine doğru düşer. Mutsuzluğunu telafi etmeye çalışan birey hırslanır. Bu hırs ise daha fazla haz peşinde koşturur.Mutluluğa somut nesne ve olayları elde ederek ulaşabileceğini zannedenlere bu geçici lezzet hali bir süre sonra keyif vermemeye başlar.. Mutluluk tahayyül ve tasavvurundan daha da uzaklaşırlar. Belli bir zamandan sonra hazzın verdiği mutluluğun etkisini kaybetmesine hedonik adaptasyon denir. Ya da ülfet. Örneğin; bir öğrencinin mutluluğu okulun bitmesine, bir kadının mutluluğu evlenmesine ya da anne olmasına, bir adamın mutluluğu zengin olmasına bağlaması neticesinde hayatını bu minvalde yönlendirmesi ve bunları elde ettikten kısa bir süre sonra eski duygu durumuna geri dönmesi arasında çok bir zaman yoktur. Bunun sebebi ise, bir olayın ortalama altı ay sonra alışkanlık olması ile alakalıdır. O artık mutluluk getiren bir kaynak değil, sadece basit bir alışkanlığa dönüşmüştür.
O halde mutluluk gerçekte nedir? Mutluluk bir duygu ya da haz değildir. Bir oluş biçimidir ve içerisinde aksiyon barındırır. Bireyin yegane amacı olmaktan ziyade, anlamlı bir yaşamın yanı sıra devam eden memnuniyet halidir.
"İnsanı insan yapan aklın gücünü, kabiliyetini, düşünme becerisini kullanıp hayata geçirdiği iradi fiilleridir." İbni Sîna
Araştırmalar bize bireyin yaş, cinsiyet, maddi durum ya da eğitim durumu gibi demografik özelliklerinin %10, kişiliğinin %50, kişisel gayretinin ise %40 oranında mutluluk düzeyini etkilediğini söyler. Bu oranlar bizlere, mutluluğun kişinin hayata bakışı ve hayatta fiilen var olmasıyla yakından ilişki olduğunu göstermektedir.
Kişilik yapısına baktığımızda her şeyi hızlı yapmaya çalışan, telaşlı, hırslı ve hayattan sürekli şikayetçi kişilerin daha az mutlu olduğunu; yavaş, sakin, duygularla arası iyi, inançlı, küçük şeylerden mutlu olan ve esnek düşünebilen kişilerin ise daha mutlu oldukları gözlemlenir. İnsanın mutluluk arayışındaki telaşı sadece ruhsal olarak değil, beraberinde bedensel hasarlar da bırakır. Birinci gruptaki bireylerde, diğerlerine göre yaklaşık üç kat daha fazla kalp rahatsızlığı görülmektedir.
Peki, mutluluk için ne yapabiliriz?
İşte bu noktada devreye %40’lık payı olan kişisel çaba giriyor. Aşağıda mizacınıza ve değerlerinize göre çeşitlendirebileceğiniz bir kaç öneri yer almaktadır;
“Bunları yaparsam mutlu olacak mıyım?” diye soracak olursanız... Belki evet, belki hayır. Belki de mutluluktan daha farklı şeylere ihtiyacınız vardır ve onu bu aksiyon sürecinde bulursunuz... Ne dersiniz?
Psikolojik Danışman Beria Nur Gürkan